HERŞEY YENİDEN BAŞLIYOR...

Doygunluğa ulaşan bulut misali yağmak, bazen okşayan bazen de yerle bir eden rüzgar misali esmek, sessizliği dinlemek, en derin yere dokunmak...güneş misali ısıtmak...hissetmek ve yaşamak...vesaire...vesaire...vesaire
Kısaca ne geliyorsa, ne gidiyorsa...

Şeyma Erdoğan


27 Şubat 2010 Cumartesi

BİR -tatlı- HUZUR...

Favorim; Şehrin ortasında kurtarılmış bir cennet...YILDIZ PARKI
Ansiklopedik bilgi :) ;Beşiktaş’tan Ortaköy’ e doğru sahilden giderken hemen hemen Çırağan Sarayı’nın karşısında yer alır. Yıldız Parkı, Beşiktaş ile Ortaköy arasında yer alan yaklaşık 46 hektarlık alanı ile kent merkezi içerisindeki en büyük korusudur.
Yıldız Parkı’nın içinde bir kır kahvesi ve iki tane köşk var. Parkta 18. ve 19. yüzyıllarda yapılmış "Malta" ve "Çadır" Köşkleri bulunuyor. Malta Köşkü, restoranında Türk mutfağından dünya mutfağına, seçme lezzetleri birarada bulabileceğiniz köşkte, haftasonları brunch ve gün boyu açık büfe yemek servisi veriliyor. Fiyatları şehir merkezinde, denizli, manzara ve doğa ortamı için oldukça cazip.


Kır Kahvesi'nde içilen Türk kahvesi ve kuş sesleri ile yakalanan HUZUR...yeşilin her tonu...nefis toprak kokusu... Baharın en güzel geldiği yerlerden biri:)

BİR FİLM...

THE NOTEBOOK film hakkında...tıklayınız...


Bilmem kaç kez izlediğim ve defalarca da izleyebileceğim filmlerden biri. Gerçek aşkın varlığına,
sonsuz sadakate, sevginin gücüne ve inanca dair...
İsterdim ki sadece film senaryolarında kalmasın bunlar...
Yaşansın, yaşatılsın...Güven hiç sarsılmasın...
Benim hala ümidim var diyenlere...

26 Şubat 2010 Cuma

Yağmurun uykusu,Rüzgarın kuytusu...

Beethoven - Sonata ksiezycowa eşliğinde...lütfen:)


...güzeldir...Yani yağmurlu bir havada miskin miskin oturup, uzandığınız kanepeye hafifçe kaykılıp, sesi kısılmış TV karşısında elimizden düşmek üzere olan bir dergi ya da kitapla öylece kalıvermek...İçimizin geçmesi. Hatta belki rüya bile görmek...Sonra çalan bir telefonla, kapı zili ile uyanmak...Herneyse işte, sonra tekrar sıcak battaniye altına geri dönmek...Mevsim itibari ile hemen hemen herkes aynı şeyi hissediyor. Evden çıkmamak ya da eve kaçmak. 

Uyumak istemek....Gözler bir açma-kapama düğmesi değil maalesef... Kapattığınızda düşüncelerinizi de susturamıyorsunuz. An'ları, görüntüleri, sesleri durduramıyorsunuz. O yüzden uykuya geçiş anı da kafanızdaki gürültü ile oranlı...Ne kadar çok; o kadar geç ya da bir o kadar zor. Eğer yatağınızı sevdiğinizle paylaşmıyorsanız en yalnız olduğunuz zamandır uykuya geçiş öncesi ve en çok o esnada çıkar durak'lama anları. Yıllar öncesinin bir görüntüsü alıverir sizi, aslında unuttuğunuzu sandığınız bir konuşmaya götürür. Anımsarsınız kurduğunuz cümleleri ve yeni cümleler eklersiniz...Keşke bunu da söyleseydim'in bir tezahürüdür aslında. Kendinizle başlar kavganız ve bir anda kendinize gelirsiniz uzayıp giden hayali diyaloğun bir yerinde... Hani skeçlerde tek başına oynanan tavla gibi; bir bu tarafa geçer zar atar, bir diğer tarafa zıplar kapı alır...Tıpkı bunun gibi kendiniz söyler, karşınızdaki size yine sizin düşlediğiniz "en güzelinden" bir yanıt verir... Tuhaf bir oyundur. 

Bu sadece geçmiş için değil, gelecekte olabilecek bir konuşma için de geçerlidir. Sevgilinizle, patronunuzla, annenizle, iş arkadaşınızla yapmanız gereken bir konuşma öncesi gerçekleşen bir prova. O kadar etkilidir ki düşünceler, kalbinizin atışını arttırabilir. Sizi kızdırabilir. Aşık edebilir. Utandırabilir. Sıkıntıya sokabilir ya da cesaretlendirebilir. Düşüncelerin ruhumuza ve bedenimize etkisinden kurtulmak istediğimizde uyumak isteriz en çok.Vakitsizce...Kendimize sarılmak, kendimizi sarmak için belki de. Oysa uyandığınızda bıraktığınız yerdesinizdir. Çünkü kendinden kaçamaz insan. 
Huzurlu bir uykunun çok da müsait olmadığı bir coğrafyada olmak ya da kendi sınırlamız içinde huzuru yakalayamamış olmak uykunun kevgire dönmesine neden olurken, çift kişilik yaşamınızda ve paylaştığınız yatağınızda tavana bakma sebebinizdir asıl yalnızlık anları. Sorunun yanıtı hep yukardadır ya ondan. Yıllar önce de tahtaya kalkardınız, soru sorulur ve siz tavana bakardınız. Bilmediğinizdendir o. Ancak büyüdüğümüzde oluşan cevapsız sorular, bilmediğimizden değil, bilmek istemediğimizdendir. 

Kendinden "kaçmak" ister insan  en çok ve en çok da kendinden "kaçamaz" insan. 
Sorularınızın yanıtını bulmanız, bulduğunuz yanıtları önce kendinize yüksek sesle söylemeniz ve düşüncelerinizi eyleme dönüştürebilmeniz dileği ile...

25 Şubat 2010 Perşembe

BİR SES...

ve can dost...
YONCA LODİ
ve nice güzel şarkısından sadece biri...ömürlük sevdalara...ömürlük dostluklara...emanet'e ihanet etmeyenlere...


"EMANET"...dinleyin

BİR YER...

BOZCAADA REHBERİ...tıklayın

BOZCAADA'ŞK , BOZCAADA BİR "AŞK"

BİR KİTAP...

Bir de Baktım Yoksun/YEKTA KOPAN
Can Yayınları




"Buzdan bir kütle, mumyadan bir heykel gibi izledim kaderimi. Babam yanımda olsa bir tokat atar kendime getirirdi beni."

Çocukluk düşlerinden yapılmış bir evin gölgeleri içinde babanın hayaletiyle karşılaşmak... Portobello’da, George Orwell’ın evinin önündeki kaldırımda oturup Tanpınar okurken zamansız sevgiliyle karşılaşmak... Kuledibi’nde, her şeyini bir Hopper çizimini elde edebilmek için harcamış bir adamla karşılaşmak... Ölüme çeyrek kala, bir balık lokantasında küçük kızının genç kadın haliyle karşılaşmak... Cinayetle kaza arasındaki bulanıklığa sığınırken, bir evcil hayvan dükkânında vicdan azabıyla karşılaşmak... Kara mizahla yoğunlaştırılmış usta anlatımıyla Yekta Kopan, okurunu, kentler, kitaplar, resimler, şarkılar, fotoğraflar ve insanlar arasında gezdiriyor. Çok iyi bildiğimiz ama unutmaya çalıştıklarımızı hatırlatıyor. 



Bir de Baktım Yoksun, unutulmaz bir karşılaşmalar kitabı.

BİR ŞİİR...



Hadi Git 

Git iş işten geçmeden, çok geç olmadan vakit,
Günahıma girmeden, katilim olmadan git!

Git de şen şakrak geçen günlerine gün ekle,
Beni kahkahaların sustuğu yerde bekle.

Git ki siyah gözlerin arkada kalmasınlar,
Git ki gamlı yüzümün hüznüyle dolmasınlar.

Mademki benli hayat sana kafes kadar dar,
Uzaklaş ellerimden uçabildiğin kadar.

Hadi git, benden sana dilediğince izin,
Öyle bir uzaklaş ki karda kalmasın izin.

Kahrımın nedenini söylesem irkilirler;
Çünkü herkes beni Kays, seni Leyla bilirler.

Sanırlar ki sen beni biricik yar saymıştın;
Oysaki hep yedekte, hep elde var saymıştın.

Hadi git, ne bir adres, ne bir hatıra bırak,
Zannetme ki, pişmanlık, mutluluk kadar ırak!

Sanma ki fasl-ı bahar geldiğim gibi gitmez,
Sanma ki hüsranını görmeye ömrüm yetmez.

Her darbene tahammül edecektir bedenim,
Gururum mani olur perişanıma benim.

Yari Ferhat olanın ellerle ülfeti ne?
Şirin ol katlanayım dağ gibi külfetine.

Henüz layık değilken tomurcuk kadar aşka,
Sana gül bahçesini kim açar benden başka!

Hercai arılara meyhanedir çiçekler,
Kim bilir şerefinden kaç kadeh içecekler!

Mademki aşk tablosunun takdirinden acizsin,
Git de çağdaş ressamlar modern resimler çizsin.

Ne vedaya gerek var, ne de mektuba hacet,
Git de Allah aşkına bir selama muhtaç et!

Güllere de aşk olsun gene sen kokacaksan!
Fallara da aşk olsun gene sen çıkacaksan!

Kopsun nerden inceyse artık bu bağ, bu düğüm!
Her gece daha berbat, daha vahim gördüğüm.

Korkulu düşlerimi yorumdan kaçırıyorum;
Sırf sana üzülüyor, sırf sana acıyorum!

Git iş işten geçmeden, çok geç olmadan vakit,
Günahıma girmeden, katilim olmadan git! ...
Cemal Safi

BİR ŞARKI...

Şebnem Ferah-MAYIN TARLASI dinle...


Mayın tarlasında dolaşıp durmuşum aşk sanıp da
Herkes arkamdan bağırmış, kimseyi duymamışım
Savaş filmlerinde olur ya, yaralı yaralı devam etmişim
Sonuna kadar aşk ya, yanımdasın sanmışım
Mayın tarlasında yürüyüp durmuşum aşk sanıp da
Tel örgülerde durmamış bir delikten geçmişim
Her şey bana dur demiş, kulağım darbe almış duymamışım

Sonuna kadar aşk ya sadece inanmışım
Koşmuşum düşmüşüm kalkmışım
Sevişmek sevmekten gelir inanmışım
Elimden tuttuğunda öyle bi güvenmişim ki
Bize bi şey olmaz sanmışım(hep sanmışım)
Mayın tarlasında bir adam sevmişim aşk sanıp da
Soyunup korkusuzca çırılçıplak kalmışım
Aşk filmlerinde olur ya, işte öyle sevmişim sonunda
Bedenim sağlam bulunmuş, yüreğim paramparça

23 Şubat 2010 Salı

Acıya Uyanmak...

"evet...yalvarmışım...gururumu çoktan duvara asmışım...sevmişim sevilmemişim...ya da bir kalbi aydınlatmak isterken ben, O üflemiş...sönmüşüm...kalbim onda emanet bile kalmamış çünkü 'ebediyen' gitmek istemiş...yarım kalmış hikayelerin kahramanı olmaksa yine bana düşmüş...ve Şeyma bu kez gerçekten düşmüş..."

DİYET


Sevgilim…





Ya da artık sana ne dememi istiyorsan? Diyebilir miyim peki,
sence dilim varır mı?






Sevgilim…

Meğer her ayrılık sevdiğin bir şairin intiharı gibiymiş. Beden 
kendini sonsuza gömüyor, sadece dizeler ve duygular kalıyor 
geriye.

Şu anda, tam da şu anda, ruhumu silkeleyen öpüşünü hatırlamaya çalışıyorum. Olmuyor. Gözümün önüne o sahil kasabasındaki evde 
-sahi neresiydi orası?- 
teninin bilgeliğini katarak yaptığın domatesli makarna geliyor. Komik değil mi? Gül o zaman,
sen hep gül. Dalgalar denizde dans ediyordu, senin omuzların kıpır kıpırdı. 

Bir metin okumuştun sonra, sen mi yazmıştın alıntı mıydı hatırlamıyorum, keşke bir satırını hatırlasam. Buğday nasıl 
makarna oluyor, demiştim. Oluyormuş meğer, her şey
olabiliyormuş. Şimdi dalgalar başka kıyılara vuruyordur 
lacivert bedenlerini. Peki senin omuzların nasıl?

Sevgilim…

Meğer her ayrılık cesur bir bedelmiş. Ama şu 
anda hatırlayamasam da 
sakın dudaklarını unutmamı bekleme benden. Bir diyet gerekiyorsa eğer, artık 
makarna yemem.

Komik değil mi? Gül o zaman,
sen hep gül…

Yekta Kopan





                                           fİL uÇuŞu

16 Şubat 2010 Salı

HAYAT!




Bir "Sevgililer günü"nün daha sonuna geldik:) geçen sene bu zamanlarda dua etmiştim...Seneye biri olsun hayatımda...Çok sevileyim ve ben de seveyim diye...



Yalnızlık belki de en kötü şey şu hayatta... Paylaşmadan, dokunmadan, biri için çarpmadan kalp o kadar anlamsız ki herşey.


Hani düşünürüz ya İstanbul'da araba sahibi olmak bazen avantaj bazen de dezavantaj diye...hem kolay hem zor yani:) Trafik keşmekeşinin içinde kaybedilen zaman değil ömürden giden saatler aslında ya...En basit örnekle buna benzer bi şey gibi sevgili olmak...Para için söylenen şarkılardandır ya "varlığı bir dert, yokluğu yara" diye:))) Sonuç olarak ayrıyken özlüyorsun ve zaman akıp giderken ayrı geçen her an gereksiz an'lardan ibaret oluyor. Yani şairin dediği gibi Aşk'la tanışan ağacın rahatı kaçıyor. İnsanların kaderleri de network ağı gibi çok karmaşık bir düzenle bağlı birbirine işte. Yaşam yolunuz boyunca karşılaştığınız, hayatınıza giren, bir anda çıkan, yıllarca kalan ve hep olacak olan insanları şöyle bir düşündüğünüzde size de ürkütücü gelmiyor mu? Bir insanın hayatında olumlu ya da olumsuz bir etki bırakarak onun kader programını değiştirmiş olabileceğiniz ya da değiştirdiğiniz. Tanıdığınız birinin başka bir tanıdığı da sizin hayat çizginizde etkili oluyor ya da sadece bir kaç saniye içinde gördüğünüz. Bazen tatlı bir karşılaşma, bazen de acı veren bir kaza, kader çizginizin virajlarını keskin bir şekilde döndürebiliyor. 

Hayatınızda artık "var" olanlar ve bir süredir "yok" olanlarla birlikte geriye dönüp baktığınızda, dere tepe düz gitmiş fakat bir arpa boyu yol alamamış olduğunuzu nasıl anlarsınız? Sahip olmayı yıllarca çalışarak dilediğiniz bir ev, bir araba...ne bileyim elle tutulur gözle görülür maddi değeri olan herşey mi işte? Bunlardan bir kaçına sahip olamamış olmak karalar bağlamanızı gerektirir mi? Yoksa biriktirdiğiniz para değil hep dostsa bu sizi daha da kazançlı! kılmaz mı? Bence kılar...Çünkü reklamlardaki gibi paranın sahip olamayacağı şeylerdir insana "gerçek mutluluğu" yaşatan. Huzur veren...Güven, kimileri için paranın sağladıklarından biri olsa da "kaybettiğiniz sağlığınız için neler vermezdiniz"i düşündünüz mü hiç?Görebilmek, yürüyebilmek, koşabilmek, kuşların sesini duyabilmek için neler vermeyecek olan insanların varlığını bilmek yeterli değil mi şükretmek için?...Bir kaç dakika sonrasını bilemezken gelecek planı yapmak beyhude. Ancak hayal kurmadan da yaşanmaz ve elindekinin kıymetini bilemez insan.

Özveriyi, empatiyi ve bencil olmamayı bir hayat görüşü olarak benimsemiş olan benim için bazen yorucu oluyor hayat...ve bana en iyi gelen şey sevdiğime ve beni sevdiğine inandığıma, "sıkı sıkı sarılmak" oluyor...

Hepsi bu.

Anarşist Ruhlu Sufi: Şems-i Tebrizi


Konya’yı ziyaret edenlerin bir numaralı ziyaretgâhı yeşil kubbesiyle Mevlânâ Celaleddin Hazretlerinin türbesidir. Her yıl bu ziyareti gerçekleştiren binlerce kişiden pek azı ise Mevlânâ’ya uğramadan önce daha küçük, kenarda kalmış ve gösterişsiz bir türbeye de uğramayı edepten sayarlar. Burası Mevlânâ’nın dostu, mürşidi, yoldaşı Şems-i Tebrizî’nin türbesidir. Mevlânâ’nın mertebesini hakkıyla bilenler Şems-i Tebrizî’yi es geçemeyeceklerini, onsuz bir Mevlânâ tahayyül edilemeyeceğini, birini anarken diğerinin görmezden gelinemeyeceğini gayet iyi bilirler.

Mevlânâ’dan beslenenler Şems’i keşfediyorlar

Çınar...Aysel...Kutsal Ruh! :( sözler eksik, gözler şarkılarıyla nemli, yaralar bandlı...






Firuze
Bir gün dönüp bakınca düşler
İçmiş olursa yudum yudum yudum yıllarını
Ağla, ağla firuze ağla
Anlat bir zaman ne dayanılmaz güzellikte olduğunu

Kıskanır rengini baharda yeşiller
Sevda büyüsü gibisin sen firuze
Sen nazlı bir çiçek, bir orman kuytusu
Üzüm buğusu gibisin sen firuze

Duru bir su gibi, bazen volkan gibi
Bazen bir deli rüzgar gibi
Gözlerinde telaş, yıllar sence yavaş
Acelen ne bekle firuze

Bir gün dönüp bakınca düşler
İçmiş olursa yudum yudum yudum yıllarını
Ağla, ağla firuze ağla
Anlat bir zaman ne dayanılmaz güzellikte olduğunu

Acılı bir bakış yerleşirse eğer
Kirpiğinin ucundan gözbebeğine
Herşeyin bedeli var, güzelliğinin de
Bir gün gelir ödenir, öde firuze

Duru bir su gibi, bazen volkan gibi
Bazen bir deli rüzgar gibi
Gözlerinde telaş, yıllar sence yavaş
Acelen ne bekle firuze


Sözler: Aysel Gürel
Yorum: Sezen Aksu

15 Şubat 2010 Pazartesi

Pazarın ertesi:)


Her geçen gün daha da iyi:) Sigarasız!...Bu haftayı da atlatırsam yırttık demektir:P 
Herkese güzel, kazançlı ve anlamlı sabahların olduğu bir hafta diliyorum.

14 Şubat 2010 Pazar

budur:)





Oldukça yogun bir sabah.. Tahminen saat 8:30 da seksenlerinde,yasli bir adam basparmagindaki dikisleri aldirmak üzere içeri girdi. Çok acelesi oldugunu söyledi, zira saat tam 9:00 da bir randevusu varmis. Onun canli titresimlerini hissettim adeta ve kendisine oturmasini söyledim.Çünkü tedavisinin bitmesi ve onun birisini görmesi en azindan bir saat sürerdi. Saatine baktigini görünce, baska bir hastam da olmadigi için yarasi ile ben mesgul oldum. Tetkik ettigimde yaranin çok güzel iyilestigini görünce doktorlardan birisine bantlari açmasini ve yeniden sarmasini söyledim. Yaranin tedavisi esnasinda konusmaya basladik. Bu kadar acelesi olduguna göre acaba bu sabah bir doktorla mi randevusu oldugunu sordum. Bana hayir diye cevap verdi. Bana bakimevine gidip esi ile kahvalti etmek için acelesi oldugunu söyledi. O zaman esinin sihhatinin nasil oldugunu sordum.Bana orada uzun bir süredir kaldigini ve Alzheimer hastaliginin bir kurbani oldugunu nakletti. Konusurken yarasini da sarmis bulundum ve karisi onu beklerken biraz da geç kalmis olmasindan dolayi acaba esiniz endise duyar mi dedim. Bana bes seneden beri onun kim oldugunu bile bilmedigini ve kendisini tanimadigini söyledi. Sasirmistim. "sizi tanimadigi halde yine de her sabah onu görmeye mi gidiyorsunuz?" . elimi oksayarak gülümsedi.


O'NSUZ 3.GÜNÜM...

ve gerçekten çok mutluyum...herşeyin tadı değişti sanki...:) umarım tekrar hayatıma girmez... Artık "Temiz Hava Sahası" ciğerlerim:)

13 Şubat 2010 Cumartesi

“Ay dedeee evin nerdeeee… Börek getiiiir, balaaa batır, sen yemezsen Şeyma’ya getiiiir”…


12.07.2003





Pek kıymetli Şeyma,

Bir yıl önceydi…tatil kararı veremiyordun,

Şirince demiştim,

Efes demiştim.
Yüzlerce yıl öncelerden birileri her an karşına çıkacakmış gibi duyumsarsın, gel demiştim.
Antik görünümlü defterlerimden söz etmiş, onlardan biri sahiplenmen için seni bekliyor demiştim.
KUDZA(Kutsal Düş Zamanları Atölyesi)
Sana bir defter vermiyor; Hayır!
Sana sende sayfalar doldukça oluşacak yepyeni bi kişilik imgesinin “malzemelerini” yalnızca bir araya getiriyor;Evet!
HALDUN TUNÇER

05.08.2003

Zeynep ve Haldun çiftinin Kuşadası’ndan yolladıkları bir hediye… Anlamlı, etkileyici…
İnsanın kendini önemli hissettiği an’lardan birini yaşattılar bana. Onlara mutluluklar; bana da bu sayfalara “yazmaya kıyamadığım” yok anlar diliyorum. Yazmak ve yıllar sonra okuyabilmek dileği ile…Tuhaf bi duygu…
Ş.E.

10.09.2009 saat 23:55
Okundu… Tuhaf bi duygu… Evet!
Ş.E




00:00 düne başlarken…

“Ne çok severdim yazmayı… İlkokul çağlarında tutmaya başladığım ve şu an bir çoğunun adını bile anımsamadığım arkadaşlarıma ayırdığım ‘kalbim kadar temiz sayfalar’ı olan, “Hatıra Defteri”ni lise yıllarımda “ne saçma” diye yırtıp atmakla hata yaptığımı yıllar sonra anlayacaktım. “Sepet sepet yumurta sakın beni unutma”… İhanet etmişim aslında onlara…
İzlediğim bir filmin sahnelerini anımsamaya çalışır gibiyim… Kurgusu biraz karışık, bazı oyuncuların yüzleri silik, figüranı bol… Komik, gerilimli, romantik, sıkıcı, dramatik, sürükleyici, hayali, korkulu, müzikal sahneler… An’lar…
Dünyaya geldiğimiz anda popomuza vurulan şaplakla nefes almayı öğreniyoruz ilk olarak. Nefes alıyoruz ancak bedeli ağlamak oluyor ya da ağlamanın bir hediyesi; nefes almak…
Biricik ailemiz için dünya, bizim etrafımızda dönmeye başlıyor. Uykusuz gecelerden çok daha fazlasını yaşatıyoruz onlara. Sevgiyi de mutluluğu da bizde tadıyorlar; heyecan, endişe ve korkuyu da. Planlı ya da plansız geldiğimiz şu dünyada, en çok işittiğimiz “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusu karşısında biraz düşünüp, aklımıza o sıralarda en çok yatan mesleği sallayarak “Aferin!” aldıktan sonra, bir an evvel büyümek isteyerek “Ne olacağız” derdine daha küçük yaşlarda düşüyoruz.
Resim defterimi unuttuğum için beni eve defteri almaya yollayan öğretmenimden ilk kez duyduğum “Akılsız başın cezasını ayaklar çeker” sözünün ne anlama geldiğini, derse yetişmek için okula koştuğumda öğrendim… Akılsız başın cezasını ayaklar çekti…
Annemin komşularına ilk defa pişirdiğim Türk kahvesini anımsıyorum. Kişi başına 1 çorba kaşığı! kahve konmayacağını, misafirlerin aldıkları bir yudumla yüzlerinin girdiği şekli gördüğüm anda öğrendim. Bu utanç sonrası ‘bir fincan dolusu telve’ hikayesinin her kahve yapışımda yıllar sonra bile aklıma gelmesine engel olamıyorum Bir süre kahve yapmayı reddetmiştim.

Khaled Hosseini’in Uçurtma Avcısı romanı "Bugün neysem on iki yaşımda oldum." cümlesi ile başlar. Psikiyatristlerin “şimdi çocukluğunuza dönelim!” diyerek sizi yıllar öncesine götürüp anılarınızın dehlizlerinde yer yer karanlık odalarda dolaşmaya çıkarması bu yüzden…
“Ay dedeee evin nerdeeee… Börek getiiiir, balaaa batır, sen yemezsen Şeyma’ya getiiiir”… O odalardan birinde saklı duran annemin ninnilerini dinlediğim an’lar, beni her daim gülümsetmeyi başaran ve kendimi “şanslı” hissetmeme sebep olan nice aydınlık anlardan sadece biri… Loş kalan ya da siyahın hakim olduğu zaman dilimlerinde yapılan yolculuğun ayak izlerinin de peşine düşme zamanı…
“Ne yaşayacağım?” sorusunun cevabı günlerde sürpriz olarak saklı dururken, yaşanmışların üstünden tekrar geçmek yolumuzu aydınlatmayı sağlayabilir ve yazmak; doygunluğa ulaşmış bir bulut gibi… Yağmak…

Tam da şu anda, gecenin sessizliğinde…

Ş.E